27 Nisan 2020 Pazartesi

İadeli Taahhütlü-2


Sevgili dostum merhaba!

   En son geçtiğimiz mayıs ayında bir mektup yazmışım sana. Neredeyse bir yıl olacak. Oysa o mektubu yazarken, paylaşırken yaşadığım heyecan gün be gün aklımda. Orada da yazmıştım, keşke bu mektubu postalayabilsem diye. Bu dileğimi yineliyorum. Bir posta kutusunun sadece faturalarda dolu olması çok hüzünlü bence.

   Zor zamanlardan geçiyoruz. İnsan böyle dedikten sonra “Corona’dan korunmanın 14 yolu” diye söze başlayıp ellerimizi nasıl yıkamamız gerektiğini anlatmak istiyor. 40 günü geçti sosyal izolasyona gireli hala aynı şeyler... Yıldım. Vallahi yıldım.

   Mart ayı benim için oldukça sancılı geçmişti. Tam anlamıyla; 16 Martta, ailemle, sosyal izolasyon sürecimizi başlattık ve sürdürüyoruz. ‘Alışkanlık elde etmek için 21 gün gerekli’ söylemi ne de doğruymuş. Mart ne kadar sancılı geçtiyse nisan bir o kadar hızlı geçti. Peki, bu süreçte ben ne yaptım?
İnanır mısınız “kendimi geliştirmeliyim”, “şunu öğrenmeliyim”, “bal gibi boş zaman, misss!” gibi söylemlerim olmadı hiç. Mutfakta bir şeyler denedim gün aşırı. Birçok evde olduğu gibi ekmek yapma konusunda kendimi geliştirdim. Ara ara yazılar yazdım.  Karantina başında başladığım kitabı bugün bitirdim. Olsun. Zorlamadım kendimi hiç. Film izledim, dizi izledim. Bol bol müzik dinledim. Bazı günler utandım. Utandım çünkü evdeydim. “Evde kal!” diye methiyeler düzerken sırf ekonomik sebeplerle evde kalamayacak olan insanlara üzüldüm. Empati kurmaya çalıştım. Özgürlüğü kısıtlanan insanlarla şimdiye kadar hiç empati kurmadığıma şaşırdım. Eski fotoğraflara baktım. En mutlu olduğum anı düşündüm ve ‘umarım daha yaşamamışımdır’ diye geçirdim içimden. Uzun zamandır hayıflanıyorken rüya görmeye başladım. Durdum. Dinledim. Dinlendim. Aslında buna ne zamandır ihtiyacım/ız olduğunu fark ettim. Ben bu süreci özgürlüğün kısıtlanması olarak görmedim hiç. Aslında fark etmediğimiz ama ihtiyacımız olan şeyi sundu doğa bize. Belki de bu düşüncemle en az olumsuz şekilde etkilenerek sıyrılabildim. Tabii ki bunaldığım, sıkıldığım zamanlar oldu. Olmadı desem yalan olur. Çünkü arkadaşlarımı özledim, iyot kokusu duymayı, uzun yürüyüşler yapmayı bir de. Bu sürece öyle alıştım ki, bitecek olması korkutmaya başladı. Yanlış anlaşılmasın. Tanımadığım insanların yasını tuttum, onlar için dualar ettim. Ama anlatabiliyor muyum bilmiyorum, uzun süredir ihtiyacım olan şey buymuş benim.

   Biraz da hayal kurdum. Ve cesarete ihtiyacım olduğunu fark ettim. Bazı canlı yayınlar seyrettim, herkes gibi. Hayallerimi biraz daha geliştirmeme ortam hazırladı bunlar. Böyle anlatınca büyük şeyler yapmışım gibi duruyor ama bunlar dışında full yatış. Gerçekçi konuşalım, uyudum habire. Uyanıp uyanıp bir daha uyudum. Alarm kurmadığım günler çok daha mutlu uyandığımız fark ettim. Hiç öyle online dersmiş, ne bileyim kişisel gelişimmiş vallahi yalan. Tabi bir de kilo aldım. 10 aydır yaptığım sporu 10 günde hiç ettim, inanır mısınız? ‘Amaaan benden önemli mi’ diye geçiştirdim. Yiyen de ölüyor, yemeyen de öyle değil mi :D Bir tane instagram hesabı açtım, @dayanamadikyedik diye. Çevremdekiler mutfaklarını paylaştı benimle. Sloganımız “beraber kilo alıyoruz” oldu. Kendi kendime eğlendim oradaki yorumlarla. İşte geçirdim bir şekilde zaman. Zaman demişken;
   Herkesin “zaman” ile ilgili dertleri var. Neymiş efendim ‘hayatımızın en değerli zamanları evde geçiyormuş.’ Neymiş ‘bu zaman geri gelmezmiş.’ Sanırsın her gün Zigana’nın eteklerinde keşfe çıkıyor. Özellikle şu WhatsApp gruplarından gelen paylaşımlar yok mu? Bitiyorum. Herkes entellektüelmiş herkes Beyaz Türk'müş haberimiz yokmuş. Vallahi aydınlandım. Sanat dolu bir karantina geçirdik sayelerinde, yersen:D 
Tamam tamam bu kadar da abartmayalım, göz attıklarım oldu içlerinde :D

  Ha bir de  'Özgürlüğümüzün kıymetini anladık, özgürlük çok değerli' ciler var. Bu süreçte dillenen sözlerin %90’ı yalan. Yalan arkadaşım. Bir düşün, yarın evlerden çıkalım, eski( o ne demekse) halimize dönelim 1 aya kalmaz görürüm o boyundan büyük laf edenleri. Vallahi aynı tas aynı hamam. Neden bu kadar atarlandım ben de anlamıyorum :D  Amaaan mektup benim değil mi? Burası da böyle olsun. Paşa gönlüm bilir :D

Sizin de her şey paşa gönlünüzce olsun,

Sağlıcakla

Melis.

Not. İçiniz açılsın diye gün batımlı deniz fotoğrafı paylaşıyorum. Bir de belki  okursunuz diye bir şiir. Şiir fotoğrafın altında. Fotoğrafsa bu yazının:))
Paylaşmak isterseniz bir şeyler yazın bana. Okurum. Mutlu da olurum.


Bozburun Temmuz'19

26 Nisan 2020 Pazar

Bu hikaye size hiçbir şey katmayacak.


Pardon,

Pardon, sakıncası yoksa oturabilir miyim? Teşekkür ederim.

Ateşiniz var mı? Yok yok hayır, yanınızda sigara içmeyeceğim, sizi rahatsız etmek istemem doğrusu. Aradım taradım bir türlü bulamadım. Sadece pantolonumda bir iplik atmış onu yakacağım. Deminden beri uğraşıyorum. Çekiyorum, çekiyorum gelmiyor. Çekiyorum çekiyorum elim acıyor. Sanki biraz daha çeksem kopacak gibi geliyor ama sonra ellerim mosmor oluyor. Yok mu? Hadi ya. Desenize şanslı günümde değilim. Olsun. En iyisi biraz daha koparmayı deneyeyim.
Olmadı yine. Efendim? Ne dediniz? Aaa haklı olabilir misiniz? Nasıl yani? Evet, bir zararı yok bana. Gözüm dışında bir yere takılmıyor. Evet, haklısınız ama onun orada durduğunu bilmek bile beni huzursuz ediyor. Ah! Elimi kestim sanırım. Yok sadece morarmış. Of, ne de sağlammış. Düşünce parçalanan kumaş, çekince gelmiyor. Ah, pardon. Ofladınız mı yoksa? Sıktım mı sizi? Üzgünüm. Sessizlik için burada böylece duruyorsunuz belli ki. Fakat bir kendini bilmez bir anda tüm büyüyü bozuyor. Tamam. Tamam, sustum.

Ayağımı sallamam sizi rahatsız ediyor mu? Oh, peki.
Peki ikisini sallamam?
Oh, tamamdır.
Sağın solun ritmik olması mı rahatsız etmiyor yoksa her anlamda mı rahatsız olmuyorsunuz? Ha ta-tamam o zaman. Bazen, ayaklarımla ritim tutarken ellerimle de eşlik ediyorum. Kimileri buna vücut perküsyonu diyor. Oysa ben sadece,
Sağ, sağ. Sol sol alkış alkış , göbeğe vur.
Tekrar!
Sol- sağ, sol-sağ ellerle 2 kere klik.
Alkış, sol sol, sağğ.

Havalar ısınmaya başladı değil mi?
Havalar diyorum, havalar. Baksanıza.. Güneşin saklambaç oynadığı günler geride kalıyor. Eğlenceliydi aslında bulutların ardından göz kırpması ve beklemediğimiz anda sobelemesi bizi. Hele hele fırtına sonrası gözüme vurup uyandırmaları yok mu beni? Ah. Sanki günaydın öpücüğü konduruyor bedenime.
Ama bunların bir önemi yok. Susup manzarayı seyre dalmak varken. Değil mi?
Değil.

Ay pardon, yine oynattım ayağımı. Kalkmamı ister misiniz? Peki..
Şu köşede bir simitçi çocuk vardı. Aaa yokmuş bugün. Sevimli bir çocuktu. Arada sohbet ediyorduk. Şarapçıların kimine akıl hocalığı yapması gibi benim de çocuktan o tarz beklentilerim vardı. Hayatın, anlamını verecek bana veee sonsuz mutluluğun kaynağına ulaşacağım. Aslına bakarsanız bu amaca çok defa yaklaştım. Ama en sonunda elimde iki simit bir de üçgen peynirle kalakaldım. Tek kişiyken 2 simidi bana nasıl satıyor aklım almıyor. Birken çok gibi, çokken yok gibiyim oysa.

Ne dediniz? Aa?! Ben duymadım. Korktunuz mu? Gidecek misiniz? Tedirginliğinizin sebebi nedir? Anladım, yani anlamadım. Ne? Ama ben hala duyamıyorum. Emin misiniz? Nasıl bir ses? Yine mi? Allah Allah. Bir dinleyim bakayım. Emin misiniz ya? Tamam, susuyorum. Susmalıyım ki duyabilelim, haklısınız. Ama ben bir şey duyamıyorum. Ha susmadığım için. Ama susarsam, ya sonra konuşamazsam bir daha? Ya çığlıklarımda boğulursam “A” bile diyemeden? Bir şey olmaz mı? Öyle demeyin. Öyle ya da böyle geçecek sonra bitecek, son bulacak bedenim. Ama lütfen. Susamam. Susarsam ölecek gibiyim. Sanki, gürültü patırtıdan korkup gelmiyorlar bana. Ne garip. Siz gürültüden korkup kalkıp gitmeyi düşünürken ben sessizlikten korkup zil çalıyorum. Evet. Cebimde bir zil var. Evet, küçük bir çan aslında. Ama zil deyince bedenimin ve ruhumun kapılarını açıyorum gibi oluyor. Çan deyince ibadete davet gibi.  Aa, güldünüz. Ne de tatlı. Gülebiliyormuşsunuz yani. Peki neden gülmüyorsunuz? Komik bir şey yok mu? Soytarı mıyım ben de güldünüz? Soytarı olmak şereftir, orası ayrı ama. Kendi kendinize de mi gülmezseniz? Hiç mi? Ahh yazık. Deli mi sanarlar. Kim demiş onu. Sizin gibi gülemeyen biri herhalde. Hayır canım, iltifat ettim size. Lütfen, dikkat edin. Lütfen. Çünkü, çünkü ben sözcüklerimi dikkatli seçiyorum. Konuşurken bile de’leri ayırıyorum. Dikkatinizi çekerim efenim, “gülemeyen” dedim. “gülmeyen” demedim ki. Size iltifat ettim. Öyle güzel bir gülüşünüz var ki ..

Aman da aman, bu da ne. Bu tomurcukta nereden çıktı hanımefendiciğim. Güneşinizi, suyunuzu ve hatta sohbetimizi yinelerken gün be gün ne de mutlu etti bu tomurcuk. Ohh, burnuma bile geldi kokusu.  Kokmaz olur mu? Hiç kokmaz olur mu? Müzik, müzik mi açayım size? Ne dinlemek istersiniz bugün? Yok, o olmasın. Ben, pek havamda değilim. Ama illa istiyorsanız tabi, tabi sizin için sadece sizin için açarım.

Ah, fark etmemişim. Bana da iyi geldi. Siz yok musunuz siz, ne de iyi bilirsiniz bana iyi geleceği.. Evde kaldığım şu günlerde hayatın varlığını, değerli olduğumu laf aramızda ,kimse için olmasa bile sizin için, gösterdiniz bana. Bu tomurcuk, büyüyecek. Sohbetimiz çoğalacak. Sevgimiz de taç yapraklar gibi alımlı, ruhumuz çanak yapraklar gibi bizi birbirimize bağlayacak, koruyacak. Çay? Çay içer misiniz? Peki, size ne ikram edeyim? Ama olmaz. Peki, bu seferlik böyle olsun madem. Bir çay koyup geliyorum, bekleyin olur mu?
***

Herkese merhaba! Ocak ayından beri görüşemiyorduk. Umarım sağlıklı ve sıhhatlisinizdir. Zamanımı mutfakta yeni şeyler deneyerek, dizi- film izleyip bir şeyler okuyarak geçiriyorum. Öyle "kendimi geliştirmeliyim!" gibi büyük kaygılarım yok bu süreçte. Durmam, dinlenmem gerekiyormuş ve öyle de yapıyorum. Aslında, hiçbir şey yapmamakta bir şey yapmakmış. Bunu anladım. Ve ben; 

Evet.
Sevgiyle kalın..
Melis


6 Ocak 2020 Pazartesi

p => q


Merhaba,

Yeniden,

Hem de merhabaların en içteni ile..

                Paylaşamayınca değeri azalıyormuş anıların. Ayrı kaldığımız süreçte bunu anladım. Özledim, hem de çok! Birlikte olduğumuzda daha mutlu olduğumu fark ettim, hayata daha sıkı tutunduğumu.. Daha fazla güldüğümü fark ettim. Şimdi yine birlikteyiz. Bakalım nereye sürükleneceğiz? İsmimin önündeki bütün sıfatları yıkarak, onlara boyun eğmeden;
yeniden;

MERHABA!

                Dışarıda dün geceden beri devam eden bir yağmur var. İflah olmaz bir duygusal olarak bu yağmuru betimlemenin 1001 farklı şeklini aklıma getirmişken en sadesini seçtim. Yağmur. Bu kadar işte.
                Ayrı kaldığımız süreçte; yeni insanlarla tanışıp yeni yerler gördüm. Kalabalık masalarda uzun samimiyetsiz sohbetler ettim. Saatlerce sosyal medyaya bakıp vakit öldürdüm. Sonra dönüp arkama bakmadan, her şeyin aynı olacağı bilinci ile (içimde söndüremediğim umudum ile) yeni yıl hedefleri belirledim. Sanırım geçtiğimiz bir yıl içerisinde büyüdüm. Senin gibi, herkes gibi.. Birbirimizden bir farkımız olmadan.

                Geçen gün aslında bu yazısının bir yerde sebebi olan güzel bir arkadaşımla ‘dertler’ üzerine sohbet ediyordum. Dertler derken dertlerimiz değil somut olarak, onları algılayış şekillerimiz filan. Sıkıcı şeyler yani.  Fakat havalı bir cümle dizisi kurdum. Dedim ki; Büyümek aslında bizim Evrensel Kümemiz. Nasıl ki her küme evrensel kümenin elemanıdır, evrensel küme her kümeyi kapsar fakat her küme evrensel kümeyi kapsamaz, o hesap. Evrensel kümemiz genişledikçe, kapsadığı küme sayısı da artıyor. Bunun sonu yok. Ama kabullenmenin önemli olduğunu düşünüyorum bu noktada.
En basit matematiksel işlemlerin bile etkisiz elemanı varken; boş yere hesap yapıp vakit kaybetmek yerine; belki de en büyük yeni yıl hedefi etkisiz elemanları işleme dahil etmemek olacaktır.
X, Y, Z bilinmeyenleri ile denklemler kurup işlemler yapıp sonucu yine X,Y,Z’ye bağlıyorsak eğer, bu döngüde farkında olmamız gereken birtakım  şeyler olmalı değil mi? Bu ağdalı dil için üzgünüm. Bir matematikçi okusa muhtelemen eleştireceği, yanlış bulacağı, kendince yorumlayacağı noktalar olacaktır elbette. Fakat dikkat etmemiz gereken onda yer alan düşünme, analiz etme ve sorgulama becerisi. Bunu hayatımıza entegre edecek olursak; 
5! Nedir; 1’den 5’e kadar olan sayıların çarpımı. Yani; 1x2x3x4x5. Aynı şekilde 3! de; 1x2x3. Peki n! ne? 1’den n’e kadar olan sayıların çarpımı değil mi. Yani 1x2x3x….xn. 
Bugün bu yazısı okuyan n’e yani sana selam olsun! Dertlerinin, çözümlerinin, hayallerinin, kazançlarının, kaybedişlerinin çarpımı olan n’e yani sana bin selam! 0! Bile (tartışmalı da olsa) 1 iken; kendine haksızlık ettiğini, hayal ettiğin hayatın bu olmadığını(...) düşünüyor musun? O zaman hoş geldin! Biz de bunlara çözüm aramaya çalışıyoruz bir süredir.
                Şimdi koltuklarını dik, pencerelerini açık, masalarını kapalı hale getir. 
Acil çıkışlarda seyahat eden yolcularımızın, olağanüstü bir durum yaşandığında bu çıkışları açarak tahliyede bize yardımcı olmaları beklenmektedir. Bu sorumluluğu kabul etmeyen yolcularımızın derhal kabin ekibine bilgi vererek; derhal yerlerini değiştirmeleri gerekmektedir.
Cabin crew, slides armed and cross check, please.


5 Nisan 2019 Cuma

DÜNÜM BUGÜNÜMDÜR


(Manisa Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Komisyonu 8 Mart Özel Dergisi'nde yayınlanan hikayem)

Hayat kargaşası içerisinde koşuştururken; birbirimizi göremediğimiz, gülümsemeyi unuttuğumuz, sıradan günlerin birinde; ünlü fotoğrafçı ve dergi editörü Defne, mezun olduğu okula “Güçlü Kadınlarımız” konulu panel için konuşmacı olarak davet edilir. Kısa bir sunumun ardından Defne Hanım’a ilk soru yöneltilir;

“Merhabalar, öncelikle okulumuza hoş geldiniz. Geçen hafta yayınlanan röportajınızla ilgili bir soru sormak istiyorum. Röportaj da; “Bizler, özellikle de biz kadınlar.. Birilerini aydınlatalım derken kendimizi karanlıkta bırakıyoruz, fark etmeden.” Şunu sormak isti..
Daha cümlesini bitirmeden, Defne atılır ve başlar anlatmaya.. Bizim hikayemizde Defne’nin sözlerindeki gerçeklikle hayat bulur böylelikle..

“Aslında kurduğum cümle tam olarak bu değildi. Ama yaratıcı, zihni sinir bir gazetecinin kurbanı olmuşum. Yine de böyle dediğimi varsayarak yola çıkalım. Bazen sessizliğe kulak vermek gerekiyor, sanırım. Başımızı görmek istediğimiz yöne değil, birazda diğer tarafa çevirmemiz gerekiyor. Örneğin; ben. Son dönemlerdeki röportajlarımı açıp bakalım. Kazandığım ödüllerden, mesleğimdeki başarılarımdan söz ediliyor. Ne mutlu bana! Ama kimse o ödüllerin gölgesini görmüyor. Sadece o ışıltıda boğuluyor, gözleri kamaşıyor. Hiç kimse, o ödül törenlerinden birinde, memleketin sözüm ona güzide gazetecilerinden birinin yanından geçerken kalçalarıma attığı bakışı konuşmuyor. Herhangi bir hemcinsimin giydiği elbisenin dekoltesini konuşuyor.  Dedim ya hani, herkes kazandığım ödülün büyüsüyle onu konuşuyor diye, Ara Abi’nin bir lafı vardı “Keşke işim deklanşöre bastığım an bitse” diye. Bütün mesela tam da bu.. Kimse fotoğrafını, çektiğim kızların hikâyelerini konuşmuyor. Çoğu zaman, fark etmeden ben bile kaçıyorum bundan, ne yazı ki. İstiyorum ki,  o gözlerindeki umut ışığı, hayata mahcup, utangaç gülümsemeleri konuşulsun. Sergime katılan Bakanlar veya misafir sayısı konuşulmasın. Farkındalık yaratabildiğim hikâyeler konuşulsun. Biz ne kadar duyarlı, farkındalığı yüksek gibi görünsek bile hiçbir şeyi görmüyoruz da duymuyoruz da. Aslında bakarsanız, o bahsettiğiniz söz, eksik. Biz kimseyi aydınlatmıyoruz. Biz sadece bir yerlere ışık tutuyoruz. Ancak etraf öyle karanlık öyle karanlık ki, o titrek ışığı aydınlık olarak görüyoruz. Öyle görmek istiyoruz.
Size bir hikâye anlatayım mı? Ben, fotoğrafçılıktan önce foto muhabirliği yapıyordum bir gazetede. Beni Anadolu’da bir köye saha görevi için yolladılar. O kadar heyecanlıydım ki anlatamam. Gazetedeki ilk büyük görevimdi. Daha da önemlisi Anadolu’ya gidecektim. Beni neler bekliyordu, nelerle karşılaşacaktım, kim bilir. Anadolu insanını Yakup Kadri’den Orhan Kemal’den Kemal Tahir’den tanımıştım o güne kadar. O kitaplarda okuduğum karakterler bir bir karşıma çıkacak gibi hissediyordum. İçimdeki tüm hayal, tüm heyecan 18 saat karla kaplı yolda mahsur kalıp jandarmalar tarafından kurtarılmamla son buldu. Ya da azaldı mı demeliydim. Çünkü iflah olmaz bir hayalperestim! Uzatmayayım, sonrasında haber yapacağım köye gittim, bir şekilde. Yaşlı bir teyzem, karla kaplı yolda –muhtemelen- kışlık yakacak odununu sürükleyerek evine götürüyordu. O kadar zorlanıyordu ki odunları sürüklerken, aklıma sadece şu satırlar geldi;

"ve kadınlar
bizim kadınlarımız;
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle 
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.."(1)

Öyle bir ütopa içerisinde geziniyordum ki size anlatamam. Kafamda yankılanan şiirler, yürüyüşünü, oturuşunu benzettiğim insanları kitap karakterlerine dönüştürmem ve daha fazlası.. Fakat ayaklarımın yere basması çokta uzun sürmedi. İlk nefesimin kesilişini, muhtarın evine konuk olduğumuzda yaşadım. Çünkü muhtarın kızı zannettiğim, onun karısıydı. Karısıymış. Karısı! Taş çatlasa 12 yaşındaydı o, kız. Bir şey yapamadım. Elim ayağım titredi, sessiz kaldım. Yapabilirdim, yapmadım. İkinci nefes kesilişini geri döndüğüm de çektiğim fotografları basarken yaşadım. O an dikkat etmediğim, belki de görüp es geçtiğimi kabullenemediğim o anla, karanlık odada yüzleştim. KAra sabana vurulmuş bir kadın, kocası olduğunu düşündüğüm bir adam tarafından elinde bir sopayla çifte koşuyordu. 
Daha kendime dahi gelemezken gazetede yankı uyandıran o haberle daha da çok sarsıldım. O haber, o fotoğraflar.. Sırça köşkümden aşağı itmişti beni. Yuvarlanıyordum. Tutunacak bir dal bulamıyordum. O günden sonra, bir daha eskisi gibi yaşayamadım. Nefes alıp veren bendim ama yaşayan değil. O görevin beni bu denli derinden etkileyebileceğini düşünemezdim. Çünkü çaresiz isek; çare biz olmalıydık(2) Bunun arayışına giriştim. Peki, ne yapabilirdim? Kafa yormaya başladım. Öncelikle etrafımdakilerle paylaştım düşüncelerimi. İlgili görünüp zamanla umursamadılar. 'Vah vah', 'tüh tüh' demekle yetindiler.Sonrasında esaret edip haber müdürümüze danıştım. Cürekar bir tavırla beni yemeğe davet edip orada konuşabileceğimizi söyledi. Sinirlendim.Ama nazik bir ses tonuyla bu teklifi reddettim. Ona bu cesareti veren yine bendim. Her toplantıda, sözlerimi desteklediğini kollarımı, sırtımı sıvazlayarak göstermesine izin vermiştim. Yine arşivde benimle yakın temas kurmaya çalışması da bundandı belki de. Şimdilerde düşünüyorum, neden daha dik durmadım? Cevabı yok. "Hayat koşulları" diyerek teselli olmaya çalışıyorum. Ancak buna kendimi bile inandıramıyorum. Gelin beraber çok yönlü düşünelim; birçok kere yaptığım haberler, sırf kadın olduğum için manşetten değil, diğer sayfalardan küçük puntolarla girildi. Ya da benden sonra işe giren bir arkadaşım, sırf erkek olduğu için evet evet, deneyimsiz olmasına rağmen sırf erkek olduğu için hızla kademe atladı.Öğrenilmiş çaresizlik değildi belki ama alışılmış çaresizliğe dönüşmüştü hayatım. O zamanlar kendime inanmıyordum. İşsizlik, hayat şartları, geçim derdi, toplumsal baskı.. Adına her ne derseniz, bunca adaletsizliğe, istismara boyun eğmeme neden oldu. Ama bir gün gazetelerin eski sayılarına göz atarken; yine o haberi gördüm. Ve yeniden nefes alamam gerektiğini hatırladım. Ani bir kararla işten istifa ettim. Eşyalarımı toplarken, yanıma gelip kolumu tutup neler olduğunu soran haber müdürünü itekleyip tokat attım. Bir an da ofiste hemcinslerim tarafından alkışlarla karşılandım. Belli ki bir bana değildi o ilgi.İçimdeki, içimizdeki yıkılmaz sandığımız duvarları yıkmıştım. Şiddeti kesinlikle savunmuyorum ancak, iyi ki o tokadı o gün atmışım.. Şu an o gazetenin haber müdürü de editörü de aynı dönem çalıştığım ve oldukça yakından tanıdığım güzel kalpli, güzel ruhlu kadınlar.

İstifa ettikten sonra vurdum kendimi yollara. Koyuldum, kadın hikayelerine kulak vermeye. Bir hak arayışı değildi çabam, çünkü hak verilmez, alınırdı. Onlar içindi, kendim içindi her şey. Öncelikle br fon oluşturdum. O fon için bağış arayışlarına giriştim. Sonrasında, gezilerimde çektiğim fotoğraflardan önce yerel sonra ulusal şimdilerde de uluslararası sergilerde yer aldım. Elde edilen tüm gelirler o fona aktardım. Çektiğim fotoğrafların unutulup gitmesini değil; birilerine umut olmasını istedim hep. Başardım mı? Hayır. Deniz yıldızı hikayesi'ni yaşadım sadece. Yine de çabaladım. Sanırım en büyük iç rahatlaması da bu oluyor. En azından "denedim" diyebiliyorum. Şiddete uğrayan kadınların sesi olmayı denedim. Çocuk gelinlerin sesi olmayı denedim. Birilerine umut olmayı denedim. Birilerinin benim başarılarımı görüp ona umut olabilmeyi denedim, diledim. Oldum mu? Hayır! Maalesef ki şiddet, sadece kadına yönelik değil, toplumsal şiddet bu ülkede son dönemlerde en güncel konu. Bazen bu denli nasıl sevgisiz olabildiğimizi aklım almıyor. Ama bu medya, bu dizi-film sektörü oldukça; istismara, şiddete uğrayanlar ses çıkarmadıkça, bizler birilerinin sesi olmadıkça değişen hiçbir şey olmayacak.Tam aksine - maalesef ki - artarak çoğalacak. Farkında mısınız, artık hiç toplumsal şarkılar yazılmıyor, mesela. Çünkü öyle bireyselleştik öyle umursamaz olduk ki, 'Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey'(3) deyip ses çıkarmıyoruz. Bir ses, bir ışık olunmalı. Küçükte olsa. Sizin küçük gördüğünüz aslında başkaları için büyük bir aydınlık. Kendimizide karanlıkta bırakmadan bir aydınlığa ulaşmak lazım artık. Birilerinin güneşimiz olmasını dilememeli, olanlara dur deyip kendi hayatımızın güneşi olmalıyız. Ödüllü bir fotoğrafçı, popüler bir derginin sahibi ve editörü olarak diyorum ki, geçmişim taşıdı bugünlere beni. Onu yadsıyamam. Ama geçmişimi sürdüremem de. Bir şey yapmalı, bir yerden başlamalıyım. Bunu sadece kendime değil; size de söylüyorum genç arkadaşlarım. Çünkü der ki Nazım, 

"duydunuz: muhakkak
düşündünüz: belki
anladınız: zannetmem
ne olacak hem, 
anlasanız da unutacaksınız.
bir andı, geçti,
yahut geçmek üzeredir.
geçmese de alışılır.
alışıldı mı, mesele yok.
alışkanlık getirir eski yerine
hiçbir şey duymamış, düşünmemiş,
anlatmamış olmanın rahatlığını.
ilk seferine göre miskin bir rahatlık,
rahatlık fakat.."(4)

Dışarı da başka hayatlarda var, bunu görün genç arkadaşlarım. Gözünüzü sadece yolunuza değil, diğer yollara da çevirin. Sessiz kalmayın. Ses çıkarın. Çıkaramayanların sesi olun. “Dur!” deyin bir şeylere. Sorgulayın her şeyi. Şans eseri bir şehirde büyümüş olmanız, şans eseri seküler olmanız sizi modern, çağdaş, entelektüel ve elit yapmıyor. Bu yanılgıdan vazgeçin, vazgeçelim. Şu yobaz, bu çomar, o başörtülü, oradaki mini etekli diye analiz etmekte tabii ki özgürsünüz. Ancak unutmayın ki; tarih nedenleri ve sonuçlarını yazar. Bununla beraber de siz, ben şaşkınlığımızla kalakalırız. Kürk Mantolu Madonna’yı okuduğunuzda entelektüel, elinizde Nietzsche kitabı var diye aydın göründüğünüzü sanmaktan vazgeçmeniz, vazgeçmemiz lazım. İster bireysel isterse toplumsal olsun hiç fark etmez. Eğer bir kedere giriyor ve o kederden aynı insan olarak çıkıyorsak o keder, boşuna çekilmiştir. Bunu ukalalık olarak algılamayın ama o gün o haberi görmeseydim muhtemelen burada sizlerle oturuyor olmazdım. Belki; kafanızda ‘o haber neydi?’ diye geçiriyorsunuzdur? Bunu ne önemi var ki? Demek istediğim tam da bu. Görmek istediğimizi duyuyor, işitmek istediğimizi algılıyoruz. Bunu engellemek için önce ne mi yapmamız gerekiyor? Yüzyıllar önce, Akademeia’nın kapısına yazılan yazıyı anımsamakla başlayabiliriz, “Kendini tanı”. Öncelikle kendimizi aydın, çağdaş zannetmeyelim. Ardından; ülkemizi, dünyamızı kendi çevremiz gibi sanmayalım. Çünkü bu bizi büyük yanılsamalara götürür. Sonrasında sorgulayıp anlamaya çalışmalıyız. Çünkü bir insanı, bir toplumu, bir olguyu değiştirmenin tek yolu onu anlamaktır. Sosyal medya şövalyeliğine soyunmayın mesela. Düşüncelerimizi analiz etmeye çalışın. Etrafınızı tanıyın. Ve sanmayın ki geç kaldınız. Yanılırsınız. Çünkü geç yoktur hiçbir zaman, şimdi vardır.
Bu panelin başlığına bakın “Güçlü Kadınlar”. . Bana davetiye geldiğinden beri gülüyorum. Bu konunun üzerine de saatlerce gülebilir ve konuşabilirim. Kime göre ve neye göre güçlüyüm? Erkek egemen bir toplumda ve sektörde bulunduğum için mi? İnanın o adını dahi bilmediğiniz, okumak için her gün kilometrelerce yol giden o kız benden daha güçlü. İnanın aldığı kararın arkasında duran o arkadaşım benden çok daha güçlü. Bir çocuğun başını okşayan o paylaşılan sevgi benden daha güçlü. Demem o ki, en büyük gücün içinizde olduğunu fark edin.
Ve;  May the force be with you!5 And be the force that you need.6

Der ve devam eder, başka sorusu olan?


_____________________________________________

*1- Nazım Hikmet Ran, Memleketimden İnsan Manzaraları
  2-Behçet Necatigil’in “Çaresizseniz, Çare “sizsiniz” şiirine atıf
  3- Yaprak Dökümü isimli dizide geçen ikonik bir söz
  4- Nazım Hikmet Ran, Memleketimden İnsan Manzaraları
  5- George Lucas’nın efsanelermiş filmi Yıldız Savaşları’nın ikonikleşmiş sözü.
  6- Çeviri; Güç seninle olsun! İhtiyacın olan güç ol.

11 Kasım 2018 Pazar

Oturun, lütfen.


Tavan arasında duran eski fotoğrafları albüme yerleştirmenin zamanı gelmedi mi sence de?

Hadi, kalk!
O aptal telefonu elinden bırak ve harekete geç.

Ya da bir saniye, bir saniye. . Onunla küçük bir işimiz daha var.
Telefon rehberine göz at ve uzun zamandır konuşmadığın bir arkadaşını ara hadi. Şimdi nerede? Neler yapıyor? O yıllarda, bu günlerin hayallerini kuruyordunuz ya hani; hayallerini gerçekleştirebildi mi acaba? Hayat, farklı yollara yöneltmiş olabilir sizi ama hiç merak etmiyor musun onu?

Hadi ama yapma! Neden yıllar sonra aramanı farklı şekilde yorumlasın ki? Onu araman hem sana hem de ona iyi gelecek biliyorsun. Boş yere kuruntu yapıyorsun. Ara hadi. Şimdi, şu an ona ve en önemlisi kendine bir iyilik yap ve ara.  

-Aradığınız kişiye şu a-
En azından yola çıktın. Bu da bir şey..

E, nerede kalmıştık? O telefonu elinden bırakıyordun artık değil mi? Kalk, hazırlan haydi. Bugünü diğerlerinden farklı kılalım beraber. Hazırlansana. Sokağa çıkıp biraz hava alalım.

Hayır, hayır onlar değil. Bir kere o sana hiç yakışmıyor. O da değil.. Tabii ki onları giymeyeceksin. Zaten sadece iş zorunluluğundan giyiyorsun. Onlardan pekte hoşlanmadığını biliyorum. İyisi mi öbürküleri giy. Evet, evet o rafın en altındakileri. Yapma ama onlarla rahat ettiğini ikimizde biliyoruz. Neden bu kadar uzun süredir onları giymedin ki zaten? Bak hala kuruntu yapıyorsun. Hadi elindekileri giy, döndüm arkamı. Ayrıca sen her halinle güzelsin. Seni güzelleştiren şeyler, saçın, makyajın veya pek özendiğin o kıyafetlerin değil ki. O eşsiz gülümsemen.

Daha giyinmedin mi?

Hadi çıkalım! Bu arada, gülümseme demişken; tanımadığın insanlara selam vermeyi ve gülümsemeyi unutma olur mu? Gülümse. Kimseye aldırış etmeden. Bir gün olsun diğerlerinin senin hakkında ne düşündüğünü bir kenara ayır.

Oh,işte bu! Şimdi temiz bir hava al. Ciğerlerine kadar ulaştığını hisset bu havanın. Şimdi daha iyi hissediyorsun değil mi? E, o zaman hadi başlayalım sokaklarda yürümeye.
Lütfen, o kulaklığı cebine sokar mısın? Bugün kendi müziğine* değil; sokağın müziğine kulak verme zamanı bence. İnan zamanla sen de bana hak vereceksin. Ne taraftan gidelim? Düz mü? Düz? Neyse, peki.

Bir dakika, bu sesi duyuyor musun? Bunu yahu. Dinle. Gel bu taraftan. Ne demek o sokağa daha önce hiç girmedim. Şaka mı yapıyorsun sen? Gel hadi. Her zaman aynı rotayı izlemekte nedir? Yoldan çıkmazsan kendini keşfedemezsin ki. Solda yatana da bak, birazcık sevmek ister misin? Seni hınzır, nasıl da mayıştı sen onu sevince. A, bak burada da sahaf varmış. Bir ara uğrayalım. Dur bakkaldan su alıp hemen geliyorum. Başka bir şey ister misin?
O değil de; etrafındaki güzellikleri keşfetmekten daha güzeli var mı? Bak sana çikolata da aldım. Gerçekten uzun zamandır yememiş miydin bunu?  

Hu hu!

Yaklaştıkça artan müziğe kulak ver. Yahu ne de iyi çalıyor çocuklar! Gel, biraz öne gidelim buradan hiçbir şey göremiyorum ki ben.

Bana kalırsa, alkış yapmayı ve sağa-sola salınmayı bırak. İçinden gelene uyum sağla. DANS ET! Of, yapma hadi. Sabahtan beri ne konuşuyoruz ne utanması. Şu an dans etmek istemiyor musun sen de? E, o zaman ne engel oluyor ki sana? Yanlış düşünüyorsun. Seni harekete geçiren şey buradaki insanları – muhtemelen- tekrar görmeyecek olman olmamalı.

Ah, işte böyle.. Dans et. Sadece ruhunda hissettiklerini yansıt dışarıya..

Yoruldun değil mi biraz. Gel sahile çıkıp dinlenelim. Bu yolundan neden devam etmeyelim ki?  Sahile çıktığından emin değil misin? Peki, öğrenmenin tek bir yolu var. Hadi beni takip et. Bu taraftan.

Şuna bak! Şuraya işte. Şu kırmızı kapının orası. Gördün mü? 2-3 ay önce broşürünü görüp ‘buraya mutlaka uğramam lazım’ diye aklından geçirdiğin yer değil mi orası? Ve bunca zaman gelmediğin. .Ve hatta evine bu kadar yakın olduğunu bilmediğin yer. Aferin.. Ah, bak. Bugünde tadilattaymış. Sana inanamıyorum doğrusu. Neyse, bu taraftan..

-Geçse de yolumuz, bozkırlardan; denize çıkar sokaklar-**

He he.

İşte şimdi sakinleşme zamanı.. İyot kokusunu çek içine hadi. Çek, çek, çek. Ah, bu bile rahatlamana yetti değil mi? Gel, sahildeki banklardan birisi boşaldı. Otur biraz. Otur da soluklan, otur da hayatın telaşından sıyrıl. Otur da hemen her gün aslında onlardan biri olduğun,  çevresindeki güzellikleri fark edemeyenleri seyret. Otur da derin bir nefes al. Otur da yaşa. Yaşadığını hisset. Sadece nefes aldığın günlere inat biraz da sen yaşa..

Ve unutmadan; mantığına değil, kalbinin sesine kulak ver. Daha sık kulak ver.




**Yeni Türkü - Fırtına

31 Mayıs 2018 Perşembe

İadeli Taahhütlü


Merhaba,
                Uzun süre kalemi eline almayınca insan; inceden kopuyormuş kelimelerden. Masamın başında yeni ay yazısı için çalışıyorum saatlerdir. Sanki bir cümle yazsam, diğer sözcükler domino taşları gibi art arda dökülecek ve öncesinde planladığım motifler, resimler ortaya çıkacak. Ama hangi taşa vuracağıma karar veremediğim için her bir cümleyi tek tek düşünüyorum. O kadar çok şey anlatmak ve paylaşmak istiyorum ki hangisini önce anlatacağıma karar veremiyorum. En sonunda da kule yapılmış iskambil kâğıtları gibi zihin fırtınamda devriliyorum. Yani anlayacağınız ortada bir şey var gibi de yok gibi de. Duygularıma tercüman olacak sözcüklerin o kararlı ve net çizdiğim cümlelerde saklı olabileceği sorusu ile yüzleşiyorum. O satırları birleştirsem bir yazı çıkar mıydı? Ya da acele davranmayıp devam etsem bir sona varır mıydım?
Acele yaşıyoruz hayatı, acele. Hep bir yerlere yetişmek kaygısı içerisindeyiz. Sanki geç kalırsak buzlu bir ekran da “Game Over” yazısı görecek gibi yaşıyoruz. Sırtımızı döndüğümüz yerde bir filiz yeşeriyor, onun büyümesine şahit olabilmek için yüzümüzü ona döndüğümüzde; önümüzdekiler ardımıza düşüyor bu sefer de. Seçim yapmaya itekleniyoruz sürekli. Özgür olduğumuzu zannedip seçim yapmaya sürükleniyoruz. Seçimlerimizi ise görgümüz ve tecrübelerimiz belirliyor. Dört duvarı maviye boyalı üstü açık bir kutuda yaşıyoruz. Her yanımızı gök yüzü gibi sonsuz sanıp duvarlarımıza yaklaşmıyoruz. Çünkü “özgürüz”! Özgürlüğün derecesi değil önemli olan, özgür olduğunu bilmek dört duvar arasında da olsan, gözlerin boyanmışta olsa “özgürsün” ya hani.. Boyundan büyük laflar edebilirsin pekala..
Benim gibi mesela..
O nedenle boş ver şimdi beni..
                Sen nasılsın? Umarım hayatında her şey yolundadır. Geçen ay yazdığım hikâye çok beğenildi biliyor musun? Çok güzel geri dönüşler aldım. Haliyle de bu durum çok mutlu etti beni. Eleştiri bir nimet. Kendini yenilemen, çoğaltman için. O nedenle geri dönüşlere öyle çok sevindim ki anlatamam!
                Yalan yok, geçen ayki hikâye beğenilince bu ay da bir tane paylaşayım diye düşündüm. Hatta görmezden geldiklerimizle alakalı olacaktı. Hayatımızın merkezinde olup hayatımızdan bir o kadar bağımsız olanlarla alakalı. Ama yapamadım. Giremedim bir türlü cümleye. Bilgisayarımın masa üstünde 10-12 tane “mayıs yazısı” adlı dosya var biliyor musun? Her bir tamamlanmayı bekleyen sözcüklerle dolu. “Neden yapamadın, yazamadın Melis?” Sorusuna gelecek olursak; daha birkaç gün önce bir kitap bitirdim. Yekta Kopan’ın Sait Faik hikaye ödülü kazandığı kitabı; ‘Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’. Kitap 10 bağımsız hikayeden oluşuyor. Tavsiye ederim. Oldukça sade ve sürükleyici bir dili var Yekta Kopan’ın. Okuduğum ilk kitabı belki ama son olmayacağı kesin:)
                Her neyse sevgili dostum, daha yeni bir hikaye kitabı okuduğum için yazdığım hikayelerde de biraz taklit sezdim. 'Pimpirikleniyorsun gene Melis.' diyebilirsin. Ve hatta haklı da olabilirsin bu düşüncede ama içim rahat etmedi. Durum böyle olunca da içime sinmeyen bir yazıyı da seninle paylaşmak istemedim dostum. Öyle olunca da ben de sana mektup yazmaya karar verdim. Keşke adresini bilsem,  güzel kâğıtlara seni düşünerek nakış gibi işlesem cümleleri de bu elektronik ortam samimiyetsizliğinden sıyrılsak. Somutlaşsak. Belki bilmiyorsundur, çok değer veriyorum somut şeylere. Ne bileyim bir şeylere dokunmak, elime almak mutlu ediyor beni. Bazen bir koku bazen bir sözcük bazen ansızın damlamış olan kalem mürekkebi o güne alıp götürüyor.
                Önceki yılların birinde yılbaşı için arkadaşlarıma kartpostal yollamaya karar verdim. Her birinden adresleri alıp postaya verdim, kartları. Bir gün Facebook’tan bir kullanıcı mesaj yolladı; ‘yolladığınız kart bana ulaştı. Arkadaşınıza nasıl ulaştırabilirim?’ diye. Meğer sitenin iki kapısı varmış ve postacı yanlış kapıdan girip posta kutularını karıştırmış. Bu esrarengiz olayı açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız sırada; kartın ulaştığı kişi; “hayatımda ilk kez kart postal aldım, öyle mutlu oldum ki” dedi. Bunu duyan melis durur mu? Evet, haklısın dostum. Durmaz. Hemen ertesi gün bir kart alıp aynı adrese o kişi adına yolladım. Merak etmeyin. Bu sefer ki kart aynı adresi yazmama rağmen arkadaşıma ulaşmadı. Ah postacı ah! Ve kartta şu yazılıydı; “Her insan hayatında en az bir kere kartpostal almalı Sevgilerle..”
Her insan hayatında bir kere de mektup almalı. İşte sevgili dostum, bu satırları işte bu sebeple yazıyorum. Senin için..  Elinde bizim için özel bir anı kalsın diye.
Bir yazıda okulun bittiğinden bahsetmiştim. Hatta hatırlarsan; adadan ayrılmadan son bir yazı da paylaşmıştım. İnstagram’da fotoğraf paylaşmayınca kimse mezun olduğumu düşünmemiş. Hayatımı o mecradan mı yayınlamam lazım yahu?!
                Bana gelecek olursak dostum; öğrencilikten sıyrılıp iş hayatına adapte olmaya çalışıyorum. Şu an stajyerim. Kendimce çok zorlandığımı düşünmüyorum. Ama dışarıdan nasıl görünüyordur? Bilemiyorum. Bu süre zarfında kendime çok zaman ayıramadığımı düşünüyorum açıkçası. Adada yaptığım gibi kendimle çok baş başa kalmıyorum. Gariptir, kalmakta istemiyorum. Daha az yazı yazıyorum mesela. Bir de denizi çok özlüyorum. Denizsiz bir şehirde yaşıyorum.  Alıp başımı deniz kenarına yürüyüşe çıkmayı çok özlüyorum. Dalga sesi eşliğinde yıldızları izlemeyi de. O sahilde geçirdiğim, kendimle baş başa kaldığım zamanları özlüyorum. Hal böyle olunca; bu denizsiz şehirde çarşıya yürüyüşe çıkıp birbirinin yüzlerine bile bakmayan insan kalabalığının bir parçası oluyorum ben de. Onları izlemek ve analiz etmeye çalışmakta çok keyifli aslında. Hiç fark ediyor musunuz; insanlar çok mutsuz. Yüzleri hiç gülmüyor. Kaşlar hep çatık; gözler ise düşünceli..  Her ne sepele olursa olsun gülümsemeyi unutmamalı bence insan. Gülebildiğin zaman; en çokta kendine gülebildiğin zaman özgürsün dostum. İşte o zaman az önce bahsettiğim duvarları yıkar; yeni ufuk çizgileri keşfedersin. Ufuk çizgisi.. Yaklaştıkça aynı uzaklıkta olması.. İşte özgürlük o ufuk çizgisinde saklı değil mi dostum!
                Yurt hayatında ev hayatına yatay bir geçiş yaptım. Ev de olmak güzel. Hem de çok güzel, huzurlu. Hala kendimi tatil için eve gelmiş, geri dönecekmişim gibi hissetsem de güzel. Evin, Türkiye’nin düzenine alışmam biraz zaman alacak gibi ama çabalıyorum.
                Yeni yeni müzikler ve gruplar keşfediyorum. Yeni şeyler öğrenmek için çabalıyorum. Derler ya hani “bilgiye ne kadar yaklaşırsan; senden o kadar uzaklaşır” diye. Hemen hemen her gün bu cümle ile yüzleşiyorum.
                Daha anlatabileceğim onlarca şey geliyor aklıma. Başımdan geçenleri sıralamak istiyorum bir bir. Gene hangi birini önce anlatsam kaygısından hiçbir şey anlatamıyorum. İyisi mi bu seferlik bu kadar diyelim dostum.. Yeni bir mektupta görüşmek üzere..

Sağlıcakla..

Melis.



30 Nisan 2018 Pazartesi

Günbatımı Hikayeleri - I

Dakikalardır sahilde tek başıma yürüyorum. İyot kokusunu içime çekiyor, göz yaşlarımı denize bırakıyorum. Kalp kırıklıklarım denizle buluştukça, dalgakıran dağıtıyor bütün hüznümü..

Onlarca insanın yanından geçiyorum, günbatımında. An geliyor fotoğraflarının "arkadan geçen" i, an geliyor sohbetlerinin kulak misafiri oluveriyorum. Kahkalarındaki samimiyetsizliği duyuyor, gözlerindeki kahrı görüyorum. Göremesem bile hissediyorum, en derin korkularını. Ne yapabilirim ki, böyleyim ben. İnsanları tanıyabiliyor, sözcüklerin ardını görebiliyorum. Sesteki en küçük titremeyi hissedip duvarlardaki hikayelere kulak verebiliyorum. 
Onlar bilmeden bu kadar hayatlarındayken yanlarından geçtiğimi fark bile etmiyorlar. Umursamıyorum ben de bunu. Alıştım artık. Devam ediyorum yürümeye. Gökyüzündr salınan bir uçurtma gibiyim. İplerim birinin/birilerinin elinde ama esen rüzgara göre yönümü belirliyorum. Havada kalmak da; yere çakılmak da benim tercihim! Size bir sır vereyim mi? Bazen yere çakılmayı istiyorum ve bundan keyif alıyorum. Çünkü o zaman bir süreliğine iplerim serbest kalıyor.
Tercihlerim yönlendirdi bugüne kadar beni, seçimlerim 'ben' olmama firsat verdi. Ve belki de bu şekilde beni fark etmeyen insanların ruhlarının derinliklerini görebildim, duyabildim. Belki de bu durum hoşuma gittiği için "görünmez" olmayı seçtim. Yani aslında şikayetçi olduğum şey benim seçimlerim sanırım. Şimdi, her adımımda bununla yüzleşiyorum. 
Yürümeye devam ettiğimden bahsetmiş miydim? Gün oldukça indi. Kızıllık gözlerimi büyülüyor. Ve hala kimse fark etmiyor beni. 

Durun, bir kişi dışında kimse.. Başını kaldırdı ve gülümsedi bana, tabii ki içten bir gülümseme de benden ona ulaştı. Görünmezlik zırhımı inceltti. Bazı şeyleri mi hissetti acaba? Mesela tercihlerimin yarattığı pişmanlıkları ya da dalgakıranın bile dağıtamadığı boyumu aşan dalgaları? Sahi, ne hissettin de gülümsedin çocuk? 

Günbatımları güzeldir; gündoğumları kadar olmasa da..


29/4/18 - İzmir
* Kendi hikayemi degil belki ama eminim ki birinin hikayesini paylastim bu ay. Sizde kndik hikayenizi bhikayenizi benimle paylasmak isterseniz, adresi biliyorsunuz:) 
melissancak23@gmail.com