(Manisa Barosu Kadın ve Çocuk Hakları Komisyonu 8 Mart Özel Dergisi'nde yayınlanan hikayem)
Hayat
kargaşası içerisinde koşuştururken; birbirimizi göremediğimiz, gülümsemeyi
unuttuğumuz, sıradan günlerin birinde; ünlü fotoğrafçı ve dergi editörü Defne,
mezun olduğu okula “Güçlü Kadınlarımız” konulu panel için konuşmacı olarak
davet edilir. Kısa bir sunumun ardından Defne Hanım’a ilk soru yöneltilir;
“Merhabalar,
öncelikle okulumuza hoş geldiniz. Geçen hafta yayınlanan röportajınızla ilgili
bir soru sormak istiyorum. Röportaj da; “Bizler, özellikle de biz kadınlar..
Birilerini aydınlatalım derken kendimizi karanlıkta bırakıyoruz, fark etmeden.”
Şunu sormak isti..
Daha
cümlesini bitirmeden, Defne atılır ve başlar anlatmaya.. Bizim hikayemizde
Defne’nin sözlerindeki gerçeklikle hayat bulur böylelikle..
“Aslında
kurduğum cümle tam olarak bu değildi. Ama yaratıcı, zihni sinir bir gazetecinin
kurbanı olmuşum. Yine de böyle dediğimi varsayarak yola çıkalım. Bazen sessizliğe
kulak vermek gerekiyor, sanırım. Başımızı görmek istediğimiz yöne değil,
birazda diğer tarafa çevirmemiz gerekiyor. Örneğin; ben. Son dönemlerdeki
röportajlarımı açıp bakalım. Kazandığım ödüllerden, mesleğimdeki başarılarımdan
söz ediliyor. Ne mutlu bana! Ama kimse o ödüllerin gölgesini görmüyor. Sadece o
ışıltıda boğuluyor, gözleri kamaşıyor. Hiç kimse, o ödül törenlerinden birinde,
memleketin sözüm ona güzide gazetecilerinden birinin yanından geçerken
kalçalarıma attığı bakışı konuşmuyor. Herhangi bir hemcinsimin giydiği elbisenin
dekoltesini konuşuyor. Dedim ya hani,
herkes kazandığım ödülün büyüsüyle onu konuşuyor diye, Ara Abi’nin bir lafı
vardı “Keşke işim deklanşöre bastığım an bitse” diye. Bütün mesela tam da bu..
Kimse fotoğrafını, çektiğim kızların hikâyelerini konuşmuyor. Çoğu zaman, fark
etmeden ben bile kaçıyorum bundan, ne yazı ki. İstiyorum ki, o gözlerindeki umut ışığı, hayata mahcup,
utangaç gülümsemeleri konuşulsun. Sergime katılan Bakanlar veya misafir sayısı
konuşulmasın. Farkındalık yaratabildiğim hikâyeler konuşulsun. Biz ne kadar
duyarlı, farkındalığı yüksek gibi görünsek bile hiçbir şeyi görmüyoruz da
duymuyoruz da. Aslında bakarsanız, o bahsettiğiniz söz, eksik. Biz kimseyi
aydınlatmıyoruz. Biz sadece bir yerlere ışık tutuyoruz. Ancak etraf öyle
karanlık öyle karanlık ki, o titrek ışığı aydınlık olarak görüyoruz. Öyle
görmek istiyoruz.
Size
bir hikâye anlatayım mı? Ben, fotoğrafçılıktan önce foto muhabirliği yapıyordum
bir gazetede. Beni Anadolu’da bir köye saha görevi için yolladılar. O kadar
heyecanlıydım ki anlatamam. Gazetedeki ilk büyük görevimdi. Daha da önemlisi
Anadolu’ya gidecektim. Beni neler bekliyordu, nelerle karşılaşacaktım, kim
bilir. Anadolu insanını Yakup Kadri’den Orhan Kemal’den Kemal Tahir’den tanımıştım
o güne kadar. O kitaplarda okuduğum karakterler bir bir karşıma çıkacak gibi
hissediyordum. İçimdeki tüm hayal, tüm heyecan 18 saat karla kaplı yolda mahsur
kalıp jandarmalar tarafından kurtarılmamla son buldu. Ya da azaldı mı
demeliydim. Çünkü iflah olmaz bir hayalperestim! Uzatmayayım, sonrasında haber
yapacağım köye gittim, bir şekilde. Yaşlı bir teyzem, karla kaplı yolda –muhtemelen-
kışlık yakacak odununu sürükleyerek evine götürüyordu. O kadar zorlanıyordu ki
odunları sürüklerken, aklıma sadece şu satırlar geldi;
"ve kadınlar
bizim kadınlarımız;
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen.."(1)
Öyle bir ütopa içerisinde geziniyordum ki size anlatamam. Kafamda yankılanan şiirler, yürüyüşünü, oturuşunu benzettiğim insanları kitap karakterlerine dönüştürmem ve daha fazlası.. Fakat ayaklarımın yere basması çokta uzun sürmedi. İlk nefesimin kesilişini, muhtarın evine konuk olduğumuzda yaşadım. Çünkü muhtarın kızı zannettiğim, onun karısıydı. Karısıymış. Karısı! Taş çatlasa 12 yaşındaydı o, kız. Bir şey yapamadım. Elim ayağım titredi, sessiz kaldım. Yapabilirdim, yapmadım. İkinci nefes kesilişini geri döndüğüm de çektiğim fotografları basarken yaşadım. O an dikkat etmediğim, belki de görüp es geçtiğimi kabullenemediğim o anla, karanlık odada yüzleştim. KAra sabana vurulmuş bir kadın, kocası olduğunu düşündüğüm bir adam tarafından elinde bir sopayla çifte koşuyordu.
Daha kendime dahi gelemezken gazetede yankı uyandıran o haberle daha da çok sarsıldım. O haber, o fotoğraflar.. Sırça köşkümden aşağı itmişti beni. Yuvarlanıyordum. Tutunacak bir dal bulamıyordum. O günden sonra, bir daha eskisi gibi yaşayamadım. Nefes alıp veren bendim ama yaşayan değil. O görevin beni bu denli derinden etkileyebileceğini düşünemezdim. Çünkü çaresiz isek; çare biz olmalıydık(2) Bunun arayışına giriştim. Peki, ne yapabilirdim? Kafa yormaya başladım. Öncelikle etrafımdakilerle paylaştım düşüncelerimi. İlgili görünüp zamanla umursamadılar. 'Vah vah', 'tüh tüh' demekle yetindiler.Sonrasında esaret edip haber müdürümüze danıştım. Cürekar bir tavırla beni yemeğe davet edip orada konuşabileceğimizi söyledi. Sinirlendim.Ama nazik bir ses tonuyla bu teklifi reddettim. Ona bu cesareti veren yine bendim. Her toplantıda, sözlerimi desteklediğini kollarımı, sırtımı sıvazlayarak göstermesine izin vermiştim. Yine arşivde benimle yakın temas kurmaya çalışması da bundandı belki de. Şimdilerde düşünüyorum, neden daha dik durmadım? Cevabı yok. "Hayat koşulları" diyerek teselli olmaya çalışıyorum. Ancak buna kendimi bile inandıramıyorum. Gelin beraber çok yönlü düşünelim; birçok kere yaptığım haberler, sırf kadın olduğum için manşetten değil, diğer sayfalardan küçük puntolarla girildi. Ya da benden sonra işe giren bir arkadaşım, sırf erkek olduğu için evet evet, deneyimsiz olmasına rağmen sırf erkek olduğu için hızla kademe atladı.Öğrenilmiş çaresizlik değildi belki ama alışılmış çaresizliğe dönüşmüştü hayatım. O zamanlar kendime inanmıyordum. İşsizlik, hayat şartları, geçim derdi, toplumsal baskı.. Adına her ne derseniz, bunca adaletsizliğe, istismara boyun eğmeme neden oldu. Ama bir gün gazetelerin eski sayılarına göz atarken; yine o haberi gördüm. Ve yeniden nefes alamam gerektiğini hatırladım. Ani bir kararla işten istifa ettim. Eşyalarımı toplarken, yanıma gelip kolumu tutup neler olduğunu soran haber müdürünü itekleyip tokat attım. Bir an da ofiste hemcinslerim tarafından alkışlarla karşılandım. Belli ki bir bana değildi o ilgi.İçimdeki, içimizdeki yıkılmaz sandığımız duvarları yıkmıştım. Şiddeti kesinlikle savunmuyorum ancak, iyi ki o tokadı o gün atmışım.. Şu an o gazetenin haber müdürü de editörü de aynı dönem çalıştığım ve oldukça yakından tanıdığım güzel kalpli, güzel ruhlu kadınlar.
İstifa ettikten sonra vurdum kendimi yollara. Koyuldum, kadın hikayelerine kulak vermeye. Bir hak arayışı değildi çabam, çünkü hak verilmez, alınırdı. Onlar içindi, kendim içindi her şey. Öncelikle br fon oluşturdum. O fon için bağış arayışlarına giriştim. Sonrasında, gezilerimde çektiğim fotoğraflardan önce yerel sonra ulusal şimdilerde de uluslararası sergilerde yer aldım. Elde edilen tüm gelirler o fona aktardım. Çektiğim fotoğrafların unutulup gitmesini değil; birilerine umut olmasını istedim hep. Başardım mı? Hayır. Deniz yıldızı hikayesi'ni yaşadım sadece. Yine de çabaladım. Sanırım en büyük iç rahatlaması da bu oluyor. En azından "denedim" diyebiliyorum. Şiddete uğrayan kadınların sesi olmayı denedim. Çocuk gelinlerin sesi olmayı denedim. Birilerine umut olmayı denedim. Birilerinin benim başarılarımı görüp ona umut olabilmeyi denedim, diledim. Oldum mu? Hayır! Maalesef ki şiddet, sadece kadına yönelik değil, toplumsal şiddet bu ülkede son dönemlerde en güncel konu. Bazen bu denli nasıl sevgisiz olabildiğimizi aklım almıyor. Ama bu medya, bu dizi-film sektörü oldukça; istismara, şiddete uğrayanlar ses çıkarmadıkça, bizler birilerinin sesi olmadıkça değişen hiçbir şey olmayacak.Tam aksine - maalesef ki - artarak çoğalacak. Farkında mısınız, artık hiç toplumsal şarkılar yazılmıyor, mesela. Çünkü öyle bireyselleştik öyle umursamaz olduk ki, 'Ağzımızın tadı bozulmasın Ali Rıza Bey'(3) deyip ses çıkarmıyoruz. Bir ses, bir ışık olunmalı. Küçükte olsa. Sizin küçük gördüğünüz aslında başkaları için büyük bir aydınlık. Kendimizide karanlıkta bırakmadan bir aydınlığa ulaşmak lazım artık. Birilerinin güneşimiz olmasını dilememeli, olanlara dur deyip kendi hayatımızın güneşi olmalıyız. Ödüllü bir fotoğrafçı, popüler bir derginin sahibi ve editörü olarak diyorum ki, geçmişim taşıdı bugünlere beni. Onu yadsıyamam. Ama geçmişimi sürdüremem de. Bir şey yapmalı, bir yerden başlamalıyım. Bunu sadece kendime değil; size de söylüyorum genç arkadaşlarım. Çünkü der ki Nazım,
"duydunuz: muhakkak
düşündünüz: belki
anladınız: zannetmem
ne olacak hem,
anlasanız da unutacaksınız.
bir andı, geçti,
yahut geçmek üzeredir.
geçmese de alışılır.
alışıldı mı, mesele yok.
alışkanlık getirir eski yerine
hiçbir şey duymamış, düşünmemiş,
anlatmamış olmanın rahatlığını.
ilk seferine göre miskin bir rahatlık,
rahatlık fakat.."(4)
Dışarı
da başka hayatlarda var, bunu görün genç arkadaşlarım. Gözünüzü sadece yolunuza
değil, diğer yollara da çevirin. Sessiz kalmayın. Ses çıkarın. Çıkaramayanların
sesi olun. “Dur!” deyin bir şeylere. Sorgulayın her şeyi. Şans eseri bir
şehirde büyümüş olmanız, şans eseri seküler olmanız sizi modern, çağdaş, entelektüel
ve elit yapmıyor. Bu yanılgıdan vazgeçin, vazgeçelim. Şu yobaz, bu çomar, o
başörtülü, oradaki mini etekli diye analiz etmekte tabii ki özgürsünüz. Ancak
unutmayın ki; tarih nedenleri ve sonuçlarını yazar. Bununla beraber de siz, ben
şaşkınlığımızla kalakalırız. Kürk Mantolu Madonna’yı okuduğunuzda entelektüel,
elinizde Nietzsche kitabı var diye aydın göründüğünüzü sanmaktan vazgeçmeniz,
vazgeçmemiz lazım. İster bireysel isterse toplumsal olsun hiç fark etmez. Eğer
bir kedere giriyor ve o kederden aynı insan olarak çıkıyorsak o keder, boşuna
çekilmiştir. Bunu ukalalık olarak algılamayın ama o gün o haberi görmeseydim
muhtemelen burada sizlerle oturuyor olmazdım. Belki; kafanızda ‘o haber neydi?’
diye geçiriyorsunuzdur? Bunu ne önemi var ki? Demek istediğim tam da bu. Görmek
istediğimizi duyuyor, işitmek istediğimizi algılıyoruz. Bunu engellemek için
önce ne mi yapmamız gerekiyor? Yüzyıllar önce, Akademeia’nın kapısına yazılan
yazıyı anımsamakla başlayabiliriz, “Kendini tanı”. Öncelikle kendimizi aydın,
çağdaş zannetmeyelim. Ardından; ülkemizi, dünyamızı kendi çevremiz gibi
sanmayalım. Çünkü bu bizi büyük yanılsamalara götürür. Sonrasında sorgulayıp
anlamaya çalışmalıyız. Çünkü bir insanı, bir toplumu, bir olguyu değiştirmenin
tek yolu onu anlamaktır. Sosyal medya şövalyeliğine soyunmayın mesela.
Düşüncelerimizi analiz etmeye çalışın. Etrafınızı tanıyın. Ve sanmayın ki geç
kaldınız. Yanılırsınız. Çünkü geç yoktur hiçbir zaman, şimdi vardır.
Bu
panelin başlığına bakın “Güçlü Kadınlar”. . Bana davetiye geldiğinden beri
gülüyorum. Bu konunun üzerine de saatlerce gülebilir ve konuşabilirim. Kime
göre ve neye göre güçlüyüm? Erkek egemen bir toplumda ve sektörde bulunduğum
için mi? İnanın o adını dahi bilmediğiniz, okumak için her gün kilometrelerce
yol giden o kız benden daha güçlü. İnanın aldığı kararın arkasında duran o
arkadaşım benden çok daha güçlü. Bir çocuğun başını okşayan o paylaşılan sevgi
benden daha güçlü. Demem o ki, en büyük gücün içinizde olduğunu fark edin.
Ve;
May
the force be with you!5 And be the force that you need.6
“
Der
ve devam eder, başka sorusu olan?
_____________________________________________
*1-
Nazım Hikmet Ran, Memleketimden İnsan Manzaraları
2-Behçet Necatigil’in “Çaresizseniz, Çare “sizsiniz” şiirine atıf
3- Yaprak
Dökümü isimli dizide geçen ikonik bir söz
4- Nazım Hikmet Ran, Memleketimden İnsan
Manzaraları
5- George Lucas’nın efsanelermiş filmi Yıldız
Savaşları’nın ikonikleşmiş sözü.
6- Çeviri; Güç seninle olsun! İhtiyacın olan
güç ol.